
Kurucumuz Enver Ören'i hasretle yâd ediyoruz
Rahmetli Enver Abi öğretmendi umulan, bize de ders anla-tırdı sabırla. Bayram, kandil, düğün dernek vesilesiyle bir araya gelindiğinde yemek yemek hazırlatır, keza karnımızı doyururdu ayrıca ruhumuzu. Bitmiş muhabbeti tatlıdır lakin etlisini sütlüsünü de yetkisiz etmezdi yanında. Enver Abi dinî konuları misallerle süslerdi, çünkü böylesi daha artı kalıyordu akılda…
‘KALP KIRMAYIN KIRIK KALPLİ OLUN’
ENVER AĞABEY’İN HER SÖZÜNDE NASİHAT VARDI…
İstiğfar etmek şöyle iyidir böyle iyidir dese, unutup giderdik ihtimal ama o mevzuu yaşadığı bir hadisenin içinde sununca… “Arkadaşlar, Fas’taki İslam Konferansı toplantısından İngiltere’ye bir toplantıya geçtim. Londra’da havalimanında indim. Bekledim bekledim, benim bavul gelmedi. Bavulunu bölge gitti, alan gitti, nihayet bant durdu, ses benzi atmış kesildi. Değil, yok, yok. Kaldım mı koca salonda tek başıma… Bavulumda notlar, adresler, evraklar… Birdenbire aklıma uçakta okuduğum kitabın satırları geldi. Bizim bastırdığımız İslam Ahlâkı kitabının sonunda (Tedirgin anlarda istiğfar edin) diyordu. Oturdum bir banka… Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…
Doksan dokuzluk tespihte seksenlere gelmiştim; bagaj taşıma sistemi hır hır çalışmaya başladı. Baktım benim bavul kimsesiz geliyor!”
Enver Abi veciz sözlerin Arapçasını vermeyi severdi, hiç değilse birkaç sözcük kalırdı kulağımızda:
* * *
Cenâb-ı Peygamber buyuruyor ama (aleyhissalâtü vesselâm), “İnnallahe lâ yenzuru ilâ sûverikûm ve emvâlikûm, velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve a‘mâlikûm.”
Allahü teâlâ sizin şeklinize ve malınıza bakmaz, ama kalbinize ve işlerinize bakar.
Bu kulum niye okuyor, niye çalışıyor, niye para kazanıyor, niye, niye?
Soracak! Eğer tüm bunların cevabını veremezsek işimiz güç olacak.
Ben seni sapasağlam yarattım. Elin ayağın sürükleyici çalışıyordu. Aklın, kalbin, her şeyin tamamlanmış. Peki bu bedeni nerede eskittin, ne için yıkılmış ettin?
Ya Allah yolunda, ya da mal varlığı ve şan yolunda.
Malını nasıl kazandın, nereye harcadın? Helâlden mi, haramdan mı? Zekât, sadaka verdin mi? Hacca gittin mi?
İlmini nerede kullandın, kullarıma yardımsever mı oldun, hasar mı verdin yoksa?
Bir hadîs-i şerîf var. Bismillah. “El kâsibu habîbullah.” Kesbeden, yani çalışan, Allahü teâlânın sevgilisidir, çalışanı Allah sever. Ve bizim dinimiz diyor ki, rızık on kısımdır, dokuzu ticarette.
Peki ibadetler? O da on kısım.
Dokuzu ne?
Helâl lokma!
Cenâb-ı Peygamber buyuruyor ki “aleyhissalâtü vesselâm”, “İçinizde en kötünüz yanına kuvvet yaklaşılandır.”
“Yahu acilen karışmayalım, bulaşmayalım. Bakarsın çıngar çıkar, kalbimiz kırılır, ya da kalp kırarız.”
Farsça söylemiş bir mübârek. “Âsumân secde künet” gökteki melekler imrenirler, “behr-i zemîni fakat” pek bir yere oysa, “yek-dü kes” eksik bir kimse, “yek-dü nefes” birkaç nefes, “behr-i Hüdâ” Allah rızâsı için, “bi nişînend” otururlar, görüşürler, konuşurlar.
İnsan günahkâr olabilir. Fakat ayaklanma katiyen; hele hele Cenâb-ı Hakk’a meydan okumak… “Hasîmun mübîn” deniyor. Allah muhafaza.
* * *
“İndezzikri salihin tenzil-ur rahme.” Büyüklerin isimleri anıldığı yere rahmet yağar. Hele bu Cenâb-ı Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) ise.
Efendimiz salât ve selâm yollayanları unutmaz. Ve dardayken, mesela ölüm esnasında karşınıza gelir, fazla selâm göndermiştin. Acilen şefaatim sana.
Cenâb-ı Peygamberdeki sayısız güzelliklerden ikisi şuydu: Bir sabahat, bir melahat. Sabahat dış görünüş çehre, melahat sevimlilik.
Eğer diyor Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Efendimizin o ciğer yakan güzelliği meydana çıksaydı yeryüzünde canlı kalmazdı. Hâlbuki o “rahmeten lil-âlemin” idi. İnsanlar ölsün diye yok kurtulsun diye gönderildi.
Hazret-i Âişe validemize sormuşlar, Yusuf aleyhisselâm mı güzeldi, Efendimiz mi? Mükemmel bir şiirle yanıt veriyor:
Eğer Mısırlılar Efendimizin evsafını işitseydi Yusuf’u elde etmek için fiyat biçmezlerdi.
Onu görünce ellerini yok kalplerini doğrar da, bir şey hissetmezlerdi.
Sedat Amca’mız vardı Allah rahmet etsin. Eyüp’teyiz, “Gel” dedi, “sana bir şey göstereceğim.” Peki efendim. Musâlla girişinde, yuvarlak bir kapı var. Üstünde bir levha. Bak dedi, hazret-i Peygamber ne buyuruyor (aleyhissalâtü vesselâm)?
“Kün fid-dünyâ keenneke garîbün konut âbiru sebîlin ve udde nefseke min ashâbil-kubûri.”
Dünyada bir acayip gibi veya bir yolcu gibi ol, veya kendini mezar ehlinden say!
Acayip kimdir? Kimsesi olmayan. Düşün yabancı memlekete düşmüşsün. Lisan değil, akraba yok, para değil, konut bark hiçbir şey yok. Ne derler bu adama? Acayip. Peki garip ne yapar? Tüm hücreleriyle Allahü teâlâya yalvarır. “Yâ Rabbî dostum sığınağım değil senden diğer!”
İşte Müslümanlık bu. Evet herkesin arasında ol lakin “kün fiddünya keenneke garibün.” Kendini acayip hisset.
Sağından solundan medet bekleme. Bugün var yarın yoklar. Nasılsa seni götürüp toprağa bırakacaklar. Orda belli garipsin. Gel dünyada da gurbete alış azıcık.
Peki yolcu ne yapar? Otobüs bekler. Herhâlde gidip tarla alayım, bilmem fabrika kurayım gelmez aklına.
“Peki efendim işi gücü ne yapacağız?” Yahu kim dedi sana işi gücü bırak. Çalış ama bağlanma. Gönlüne sıralama be ya. İçini Allah sevgisiyle doldur. Ivır zıvır şeyler sıralama. Çalı çırpı diken bilmem taş toprak tırnak. Değerinde mi bu güzel kalbe ‘zibil’ doldurmaya?
“Ve udde nefseke min eshâbil kubûri” Bugün değilse yarın seni toprağa gömecekler. Ah! Eğer kabir ehlinin feryadını duyulsaydı, ahali yiyecek et bulamazlardı. Kahrından erirdi hayvancıklar.
Bir gün Hanımanne, yani kayınvalidem hasta. Ateş… Yatıyor. Aksama bu ya; bütün da kapının önüne bir kamyon. Gır gır gır gürültü, patırdı egzoz. Mübârek Hoca’ma bakıyorum, bir şey söyleseler de gidip şoförü uyarı etsek falan.
“Efendim müsaade ederseniz şoföre söyleyeyim, burada hasta var. Gitse ileride bir yerde dursa.”
“Olmaz efendim” buyurdular. “Bunun dinimize bir zararı değil ancak. Bırakın çalışsın, ne yaparsa yapsın. Kul hakkından korkarız, ya adam bizden rahatsız olursa?”
Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm”, “Men lem yeşkürûn nâse lem yeşkûrillahe” buyuruyor
Eğer size birisi iyilik yapar da teşekkür etmezseniz Allahü teâlâya şükretmiş olamazsınız.
İnsan vücudundaki otuz trilyon gözenekli olan muntazam çalışıyor. Şaka değil otuz trilyon. Bunu işleten ulu Allaha teşekkür lüzumlu.
Nasıl teşekkür edeceğiz? Kendisi nasıl isterse o kadar. Onun için de Peygamberler gönderdi.
“Eddebenî Rabbî bi-ahseni te’dibî” Yani, “Rabb’im bana edebi, hoş bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”
Bizim dinimiz müminlerin bir araya gelmesi üstünde fazla duruyor. Çünkü cemaat İslâm alâmetidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” bir gün pencereden bakıyor. Bir Müslüman evin önünden geçiyor. Başlıyor gülmeye. Hanımı soruyor: Efendim hayırdır inşâallah?
“Az Önce biri geçti ya. Şeytan sağından bir atak etti, sağ tarafındaki koruyucu melek başına böylece bir tokmak vurdu oysa perişan oldu. Döndü dolaştı bu sefer sol tarafından geldi. Bütün saldırdı, içeri girsin diye. Ordaki melek küt bir tokmak başına, yine tuzla buz. Dört yanından saldırdı ve o Müslümana hiç zarar veremedi. Çünkü evden çıkarken okuduğu Âyet-el kürsi kale olmuş etrafına.”
Değerli kayınvalidem, Hanımannem anlatmıştı. Bir gün bir evin beyi uzaklara gitmiş, kadın evde yalnız. O gün de nasıl işi var, çamaşırlar bulaşıklar. Yatsıyı kılmış uyumuş kalmış. Hırsızlar nasılsa evin erkeği de yok diye soymaya gelmişler. Lakin civarda çepeçevre bir duvar, tam da değil yarım duvar. Mümkün mü, bir türlü aşamıyorlar. Çok uğraşıyor vazgeçiyorlar.
Bilâhare gelip evin beyine soruyorlar: Biz o akşam evinizi soymaya geldik fakat ne yaptıysak giremedik. Konut yarıya kadar duvarlar örülüydü. Gündüz geldik duvar yok, derhal bakıyoruz gene yok.
Adam dur demiş, bir sorayım hanıma:
“Bu duvar nedir hanım?”
“Âyet-el kürsiden olabilir mi acaba?”
“Peki niye yarım?”
“Yorgundum yarısında daldım zira.”
Mekki Efendi, Allah rahmet eylesin, Fatih Camii’nde vaaz verirlerdi. Mübârek, kürsüye asgari beş deri kitapla çıkar. Dinleyen de beş birey zaten, üçü yaşlı. Lakin o kitaba bakar, çeviri eder, onu bırakır öbürünü alır. Derdim yâ Rabbî bu meleklere mi vaaz veriyor acaba? Neyse vaaz biter, çantasını alırım, evi Vefa’da. O gün bir çeşmeye rastladık yolda. Fazla eski hatta incir dalları çıkmış musluğun aşağıda. Üstünde bir kitabe. Dedi, oku bakalım!
-Efendim bu harekesiz, okuyamam.
-O süre ben okuyayım:
“Acibtü limen taleb-ed-dünya, vel-mevtü yatlibühü,
Acibtü limen benel-kasre, vel-kabrü menzilühü,
Acibtü limen zenebe ver-Rabbü şâhidühü,
Vel-mevtü bâbün, küllün nâsi dâhilühü.”
Manâsı: Şaşma ederim, o insana fakat, dünyaya, şöhrete, paraya ve mevkiye taliptir, ölüm de ona taliptir. Saraylar, köşkler yapar, hâlbuki asıl evi menzili, kabridir. Günah işler, fakat Allahü teâlâ onu görmektedir. Vefat pek bir kapıdır ancak, herkes oradan girecektir.
“El gıybeti eşeddü minezzina.” Gıybet, bir din kardeşinin gerisinde (doğru da olsa) konuşmaktır. Zinadan daha büyük günah. Her günahın tövbesi var, gıybetin değil. Gidip helâlleşmek gerekli. Nerede bulacak, nasıl gönlünü alacaksın? Ölmüşse n’apacaksın sonradan?
“Kulil hayra ve illâ feskût.” Ya hayır söyle ya sus. Sus. Sus. Sus be ya!
Hikmet diyorlar yani konuşma sanatı on kısım. Dokuzu sükût, biri eksik konuşmak… Ağızdan meydana çıkan her her sözcük şuraya yazılacak. Kalmayacak muallakta.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuş, “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız.” Mübârek, her akşam kendisine sorarmış. Bugün Allah için ne yaptın?
Mülkün sahibi Allahtır (celle celâlühû) “Elmülkü lillah.” İnsan neye sahip olduğunu zannederse o nesneden sıkıntı çeker. Çünkü her şey Allahü teâlânındır ve bize emanettir. Emanete sahip çıkılmaz, vakti gelir, iade edilir.
“Eddünya mezraatül ahire.” Dünya ahıretin tarlası. Bir tarla veriyor Cenâb-ı Yargı. Neden? Buna tohum ilave. Öbür tarafta biçersin. Sen tarlayı umursamıyor, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği tohumu da yiyorsun.
Hadîs-i kudsîde, “İki korkuyu bir kulumda birleştirmem. Dünyada benden korkan ahirette korkmasın” buyruluyor.
Hasisler Allah dostu olamaz. Başka şeyleri sevmekten Allahü teâlâyı sevme fırsatı bulamazlar.
“Essahihu habibullah velev kane fasıkan, el bahilü adüvullah velev kane arifen.” Eli Açık Allahın dostudur günahkâr da olsa. Hasis “adüvvullah” Allahın düşmanıdır; arif de olsa.
Cömertlerin ikramını yiyin şifa, hasis ise yemeyin, zehrolur maazallah.
Eğer bir kimse dünya kadar sevap kazansa, yolda bir arkadaşının gıybetini yapsa tümü gider. İşte ona müflis derler. Çünkü çok hesap günü umutlu gidecek, lakin hepsi eksi, eksi, eksi. Nihayet başkalarını günahları buna yüklenecek ve cehenneme atılacak.
Yüksek tellerin üzerinde yürüyen ahali gibiyiz, altı facia. Bir lahza gaflete gelmez, doğru aşağıya. Sabah kalkınca insanın azaları, dile yalvarırmış; “N’olur sus, kendini de bizi de aydınlatma!”
Hâlbuki dünyanın yüzde doksan dokuzu rivayet. Yalan mı? Kazan kaynıyor. Siyaset o, gazetecilik o, televizyon o. Ne eyvah ancak neşriyatçının malzemesi sakat.
Bir sultan varmış, hattat. Yazı yazmaya bayılıyor. Demişler ama, efendim filan yerde bir ressam var, işi gücü kalem yerine getirmek.
Çağırın gelsin buraya.
Sanatkârın kalemlerine bayılmış:
– Bu kaç para?
– 5 dinar efendim.
– Elli verin ona.
– Bu ne değin?
– 15 sultanım.
– 150 verilsin.
Adam bütün kapıdan çıkacak, pat geri dönmüş. Demiş, “Ben bu alışverişten vazgeçtim. Alın paranızı, verin kalemlerimi!
– Ne o evladım, parayı eksik mı buldun yoksa?
– Mesele para değil efendim. Siz acilen hükûmet adamısınız, hükmedeceksiniz. Eğer bir masuma cinayet yazarsanız, ben de gireceğim okka altına. Siz zaten ateşten gömleği giymişsiniz, bari beni yakmayın!
O KONUŞURKEN ANEKDOT ALIRDIK: KİNDARLA DİNDAR BİR ARADA OLAMAZ
* Ölümün en büyük habercisi, doğmaktır.
* İki şeye dikkat eden rahat eder:
Bir, ağzına giren… İki, ağzından meydana çıkan…
* İtirazda küfür kokusu var. Fitne tenkitle başlar.
* Beyin bilgi, kalp sevgi yeridir. Kim olduğun yok, kiminle olduğun kayda değer.
* Kindarla dindar bir arada olamaz.
* Enver Abi parayı sevmez. Parayı seveni de…
* Nazlanmayın, naz çeken olun.
* Kim günahım yok derse, en büyük günahkâr odur.
* Kalp kırmayın, kırık kalpli olun.
* Kişi ile yok işi ile uğraşın.
* Kim Allah içinse, Allah da onun içindir.
* Parayı cebinize koyun, kalbinize değil.
* İnsanın parası arttıkça düşmanı artar, ilmi arttıkça dostu artar.
* Topraktan yaratıldık… Her şey toprağa muhtaç… Ama şu tevazua bakın ancak, toprak herkesin ayağının aşağıda.
TÜRKİYE GAZETESİ HAYATIMIN ANLAMI
Enver Ağabey’in gönlünde Türkiye gazetesinin yeri başkaydı, ayrı… Gazeteyi üç beş idealist arkadaşıyla (Mahmud Genç Amca) kapıcı odalarında çıkarmış, borç harç gailesi çekmiş, kâğıt için elin günün kapısını çalmıştı.
Fakat gün gelmiş milyon sınırını aşmıştı.
Gazete bizim “amiral gemimiz” der, toz kondurmazdı.
GAZETENİN YERİ DIĞER
O yıllarda bir gazeteyi ayakta yetişmek kolay değildi. Bu yüzden öteki ticari faaliyetleriyle gazete ve kitapları desteklerdi. Türkiye, olur ya de bu yüzden Türk basınında sahibi değişmeyen tek gazete oldu.
“Bu gazeteyi milletimize ve devletimize hizmet niyetiyle çıkardık. Onu defalarca milletimizin bir emaneti olarak gördük. Hiçbir süre kendi menfaatlerimiz için kullanmadık derdi.
Çalışanlara ise “Gazeteyi yalnızca bugün değil yarınlarda da satış için hep doğruyu yazmalısınız” diye nasihat ederdi.
Enver Ağabey anlatmıştı:
Türkiye gazetesi bir ara Güneş Matbaasında basıldı. Matbaanın sahibi Mehmet Ali Türksever bana sordu:
“Bu gazetenin peşinde kim var?”
Kulağına eğildim:
“Allah var.”
Baskı ücreti için bize inanmadı, güvenmedi; güvence mektubu istedi.
Fazla kuvvet şartlarda bulup verdik…
Seneler sonradan birkaç gazete patronu ile buluşma hâlinde iken geldi. Gözleri bundan böyle görmüyordu.
“Arkamda şunlar var diyen battı… Arkamda örtülü ödenek var diyen battı… Arkamda Allah var diyen batmadı, batmaz” dedi bastonunu yere vura vura…
Türkiye gazetesi için çalışan herkese dua ediyorum, teşekkür ediyorum. Türkiye gazetesi İhlas Holding’in amiral gemisi, omurgasıdır. Bütün çabamız gazetemiz içindir. Hoca’m ve aynı zamanda kayınpederim değerli büyüğüm de hayatta iken en çok ehemmiyet verdikleri hizmetlerden biri gazete idi.
Vefatlarından birkaç gün önce beni çağırdılar ve “vasiyetimdir” buyurdular:
Bizim yolumuz kitaplarımız ve gazetemizdir. Koşullar ne olursa olsun bu ikisini gözünüz gibi koruyun, bir şey olmasın.
sizlere yenihabervar.com farkıyla sunulmuştur